Felsefi ve teolojik konular üzerine yazıyorum, dolayısıyla, aldığım notları gözden geçirdiğim ve bir araya getirerek düzenlediğim bu deneme, daha çok felsefe ve teoloji üzerine yazmakla ilgili, aynı zamanda burada (Kolay Denemeler’de) ne yaptığıma ilişkin kısa bir açıklama içeriyor.
Her yazı az ya da çok okunur, ancak bir yazının kaç kişi tarafından okunacağı ya da okunduğu önemli değildir, çünkü bir yazıyı okuyan insanlardan ancak birkaçı o yazıdan tam anlamıyla istifade eder. Çoğu okuyucu, yazarın yazarken gösterdiği titizliği okurken göstermekten uzaktır ve bu nedenle, özellikle felsefi ya da teolojik bir mesele üzerine yazılmış bir yazıda, ne kadar açık/anlaşılır yazılmış olursa olsun –ki, alanın kendine özgü zorlukları da vardır- yazarın tüm gayretine karşın, ne anlatılmak istendiğini ya da neyin savunulduğunu tam olarak anlayan kişi sayısı genellikle azdır. Öyleyse neden yazalım? İki nedenle: Birincisi, kendimiz için. Çünkü yazı yazmak, entelektüel bir faaliyettir, okuruz, araştırırız, bilgi toplarız, düşünürüz, bilgi ve düşüncelerimizi yazıya dökmek için düzenleriz, düşüncelerimiz netlik kazanır, anlayışımız derinleşir, kendi zihnimizi keşfederiz (tanırız). İkincisi, gerçekten istifade edebilecek birkaç kişiye ulaşması için. Çünkü şişenin içine konulup denize atılan bir mektup gibi sonunda ulaşması gereken yere ulaşacaktır, bugün, yarın ya da yıllar sonra.
Her yazının bir yazgısı vardır, yazdıklarımızın neye yol açacağını, bugün ya da ileride kime nasıl tesir edeceğini bilemeyiz. Büyük teolog ve filozof Augustinus’un yazıları bu konuda iyi bir örnektir. Augustinus, sadece kendisi için yazmamıştır, herkes için yazmıştır, fakat aynı zamanda sözlerinin ancak birkaç kişi tarafından ciddiye alınacağını düşünerek yazmıştır. İtiraflar, bir başyapıt, bir klasiktir, sürekli okunur ve alıntılanır, ancak İtiraflar’ı kaleme alırken onun düşündüğü şey kesinlikle bu değildi.
“Bütün bunları sana ne diye anlatıyorum ki? Aslında sana anlatmıyorum Tanrı’m, senin huzurunda kendi soyuma, yani insan soyuna anlatıyorum, bu sözlerimi ancak birkaçının ciddiye alacağını da bile bile. Amacım ne mi? Benim ve bu satırları okuyan herkesin ne derin bir uçurumdan sana haykırdığını anlayalım istiyorum.”[1]
İkinci soru: Nasıl yazalım? Birincisi, acele etmeden. Özellikle felsefi ya da teolojik meseleler üzerine yazılan yazılar aceleye gelmez, dahası, acele eden kimse felsefi temelde ilerlemiyor demektir, çünkü felsefi ya da teolojik meseleler, zaten kendilerine özgü bazı zorlukları olan, karmaşık, dolayısıyla, büyük dikkat gerektiren meselelerdir; acele etmek, çoğunlukla vahim hatalar yapmamıza neden olur, “küçük” bir hata sonucu saptırır ve bu, düşüncenin gerçekte karşılığı olmadığı, basitçe yanlış olduğu anlamına gelir. Wittgenstein’ın 1949 tarihli kişisel notunda yazdığı gibi:
“Filozoflar arasındaki selamlaşma şu şekilde olmalıdır: ‘Acele etmeyin!’”[2]
İkincisi, doğru bir üslupla. Amaç gerçeğe ulaşmak ve bunu ortaya koymak ya da ifade etmekse –sınırlı sayıda kişinin tam olarak anlayıp istifade edeceğini de göz önünde bulundurarak- kafa karıştırıcı bir üslupla değil, ele alınan meseleyi anlaşılır kılan, metinle ilişki kurmayı kolaylaştıran ve dikkatle okuyan bir kimsenin gerçekten anlayabileceği bir üslupla yazmak doğru olacaktır. Anlaşılmaz olmak, “derinlikli olmak” anlamına gelmez, ancak genellikle öyle olduğu zannedilir.
Bu iki maddeye özlü yazmayı da ekleyebiliriz. Uzun makaleler elbette gereklidir, ancak deyim yerindeyse, nokta atışı yapacağımız, akılda kalıcı, kısa/özlü yazılara da ihtiyaç vardır. Bu yazıların görevi, temel fikirleri açıklamak, temel sorulara doğrudan ve net cevaplar vermek, daimi felsefenin derin ve doyurucu bir anlayış sunduğu, ancak modern haliyle kafa karıştırıcı olan, modern yazarlar tarafından çarpıtılmış konuları kısaca izah etmektir vb.; kısa/özlü yazılara olan ihtiyaç, uzun makalelere olan ihtiyaçtan daha az değildir, hatta belki daha fazladır. Özlü olmak, “yüzeysel olmak” anlamına gelmez, iyi yazılmış bir-iki sayfalık kısa/özlü bir yazı, sayfalar dolusu kitabın yapamadığını yapabilir.
Bir başka önemli nokta, okuyucuyu klasik ve çağdaş kaynaklara yönlendirmektir. Özellikle, okuyucunun, ele alınan meseleyle ilgili çağdaş filozofların-teologların eserlerinden haberdar olmasını sağlamak son derece yararlıdır, çünkü günümüzde çoğunlukla daimi felsefenin bittiği zannedilir, oysa gelenek, yenilenerek devam ediyor ve geleneği takip eden çağdaş filozoflar tarafından kaleme alınmış nitelikli birçok eser var. Ayrıca, genel olarak, eser adı ya da kaynak belirtilmesi gereken yerde bunu yapmayan yazar gayriciddidir. Örneğin (biraz mizah katarak), “Filozof Behzat Ç., özgür irade konusunu ... şeklinde açıklar.” Filozof Behzat Ç., bu açıklamayı nerede yapıyor? Hangi makale ya da kitapta? Dikkatli ve meraklı bir okur bunu bilmek ister; eser adı vererek ya da kaynak belirterek yazmak, yazıya dipnotlar eklemek zor değildir.
Ve son olarak, kendimizi tekrar etmekten kaçınmamalıyız; tekrarlamak, çalışmanın/öğrenimin anasıdır (Repetitio est mater studiorum), entelektüel ve ruhsal tekâmül (olgunlaşma) için gereklidir, dolayısıyla, günümüzde sıkıcı bulunsa da, kendini tekrar etmek, hem yazar hem de okuyucu için oldukça yararlıdır (anlayıştan/kavrayıştan yoksun tekrarla karıştırılmasın).
Atilla Fikri Ergun – kolaydenemeler.substack.com
---
Dipnotlar:
[1] Aziz Augustinus, İtiraflar, Latinceden Çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, 1. Baskı, Haziran 2010, İstanbul, 2. Kitap, 3. Bölüm, 5, s. 61-62
[2] Ludwig Wittgenstein, Culture and Value (Kültür ve Değer), Çev. Peter Winch, Ed. G. H. von Wright, Heiki Nyman ile işbirliği içinde, University of Chicago Press, Mayıs 1984, s. 80e
Yazınızı Gustav Mahler eşliğinde okuyup odaklandım derken yazı bitti, özlü olmuş :)